İç Anadolu’daki isyancı Kürtlerle ilgili bazı izlenimlerim

Kamil Sümbül

1973 yılında Konya Seydişehir'de çalışan ağabeyimin yanına gitmek için Diyarbakır'dan kalkan otobüse binip Konya garajında inmiştim. Seydişehir otobüsünü beklerken ilk kez ayak bastığım Konya garajını dolaşmaya başladım. Garaj binasının dışında bir köşede duran kadınlı erkekli bir grubun kendi aralarında Kürtçe konuşmaları dikkatimi çekmişti. Özellikle yaşlı kadınların başlarını bağlama biçimi Diyarbakır'daki analarımız gibi olması da onların mevsimlik işçi olabilecekleri aklıma geldi.

Yanlarına yaklaşıp selam vererek Türkçe nereli olduklarını sorunca, buralı Konya Cihanbeylili olduklarını biri söyledi. Ben şaşırarak "Ama Kürtçe konuşuyorsunuz, Konya'da Kürtlerin ne işi var?" sorusunu sorduğumda bana biraz da gülümseyerek bakmışlardı. Benimse o ana kadar İç Anadolu'da Kürtlerin yaşadığını, birkaç yüzyıl önceden mecburi iskana zorlanıp İç Anadolu'ya yerleştirildikleri konusunda bir bilgim yoktu. Yalnız aklımda kaldığına göre, ilçemizde hayvancılıkla uğraşan kişiler hayvanlarını İç Anadolu'ya götürüp satanlar vardı, ayrıca ilçemizde tuzculuk yapan birileri Tuz Gölü çevresinden tuz getirirken, oralarda da Kürtlerin yaşadığını kahvelerde anlatırlarken duymuştum.

Benimle konuşan nereli olduğumu sorunca, Diyarbakırlı olup Seydişehir'e gideceğimi söyleyince benimle Kürtçe konuşmaya başladı. Ben asimile olduğumdan Kürtçe cevap veremeyip Türkçe konuşarak Kürtçe bilmediğimi söyleyince, kadınlı erkekli hemen hepsi bana acayip baktılar.

Konuştuğum kişi "Sen ne biçim Diyarbakırlısın, orada hep Kürtler yaşıyor, sen Kürt değil misin?" diye yarı sert şekilde ve azarlayıcı bir tonda söyleyince, Kürt olduğumu fakat Kürtçe bilmediğimi söyledim. Bu kez daha da ses tonunu yükselterek "Sen ne biçim Kürtsün, Kürt olup da dilini bilmeyen olur mu?" diye beni azarladı. Ardından "Bak yıllarca önce dedelerimiz gelmiş buralara, biz hala kendi dilimizi konuşuyoruz. İnsan ana dilini konuşmaz mı?" dedi.

Seydişehir otobüsünün kalkış saati yaklaşınca, onlara gideceğimi söyleyip otobüsüme şaşkınca bindim. Böyle bir suçlamayla karşılaşacağımı, hele Konya'da hiç aklıma gelmezdi; "Ne biçim Kürtsün, Kürtçe bilmiyorsun." Seydişehir'e varıp ağabeyimin verdiği adrese gittim. Devrimci görüşlere sahiptim ve Kürtlük fazla aklıma gelmemekteydi.

Seydişehir'de kaldığım dönem Etibank Alüminyum Tesislerinde kimya laborantı olarak işe başlamıştım. Yaşamımda ilk kez işçi sınıfı ve sendikacılıkla karşılaşmıştım. Arada bir Ankara'ya gidip gelirken otobüsler Cihanbeyli'den geçerlerdi. Cihanbeyli merkezinde bir duvara yazılan bir slogan yazısı ilgimi çekerdi: "BİZ HALKIZ YENİDEN DOĞARIZ ÖLÜMLERDEN". Her Konya merkezine gidişimde TÖB-DER lokalinde otururdum. Konya Mimarlık Mühendislik Akademisinde okuyan hemşehrim öğrencilerle orda tanışmıştım. Bu öğrenciler Diyarbakır, Siverek, Mardin ve Dersim'den gelmişlerdi. Ayrıca Kırşehirli Kürt öğrenci arkadaşlarla da tanışmıştım.

Konya'ya sık sık gitmeye ve hemşehrim öğrencilerle daha sık görüşürken, çok sayıda Cihanbeyli ve Kulu'lu Kürt gençleriyle de tanışma fırsatım oldu. Hemşehrim olan öğrenciler benim asimile oluşumu ve Türkçe konuşmamı doğal karşılarken, iskancı arkadaşlar şaşırmakta ve "Nasıl Kürdistanlı olup da dilini konuşamasın" der ve benimle tartışırlar, beni Kürtçe konuşmaya zorlarlardı. Bu arada Konya'da üniversiteli devrimci gençler Kürt öğrencilerin öncülüğünde örgütlenmeye gidip Konya Yüksek Öğrenim Derneğini (KYÖD) kurmuşlar ve ilk başkanı da Siverekli bir arkadaş olmuştu.

1975 yılında Bülent Ecevit'in Konya'ya gelip konuşma yapacağını, Konya CHP il teşkilatı Seydişehir'deki sendikamıza başvurup yardım istemişti. Bağlı olduğum sendika olan Özgür Alüminyum-İş, çoğunluğu Kürdistan'dan gelen işçilerden oluştuğu üç otobüs dolu işçilerle bir gün önceden Konya'ya gittik. Konya CHP gençlik teşkilatı ile birlikte o gece sabaha kadar tüm Konya'daki cadde ve sokaklarındaki faşist ve gerici yazı ve afişleri söküp sildik. Bizler, "Kahrolsun Faşizm, Kahrolsun Emperyalizm" yazarken, Konyalı CHP'li gençler de CHP ve Ecevit afişlerini duvarlara yapıştırıp kendi sloganlarını yazıyorlardı. Tüm Konya'da bir tek gerici ve faşist yazı ve afiş kalmamıştı.

Sabahı Ecevit Konya'da sanırım Mevlana meydanında konuşurken ön sırada 25-30 kişilik bir grup "KURDA RA AZADİ" sloganını atınca çoğu insan şaşırmış, ben kolumda görevli bandı olmasına rağmen ilgi ile onlara bakmıştım. CHP'liler hemen başka sloganlarla onları bastırmasına rağmen, alanda Ecevit de dahil herkes o sloganı duymuştu. Ben o slogandan çok etkilenmiştim. 1976 bahar ayları yine Konya'ya geldiğimde bana 30 civarı Rızgari dergilerini vermişler ve ben de onları Seydişehir'de Kürt işçilere satmıştım.

Bu arada tüm Türkiye ve Kürdistan'da olduğu gibi, Konya'da da zorlu bir anti-faşist mücadele yürütülmekteydi. Bu mücadelede iskancı Kürt gençleri ön saflardaydılar. Unutamadığım bu gençlerden birine Tom diye hitap etmekteydiler. Tom iri yarı bir cüsseye sahip ve yiğit bir gençti. Bir gün faşistler onu yedi yerden bıçaklamışlardı. Hastaneye ziyaretine gittiğimde hiçbir şey olmamış gibi ayak ayağının üstüne atıp sigara içip bizlerle sohbet etmişti. Yine birkaç liseli iskancı öğrenci Konya sınırları içinde okuyamaz kararından dolayı okuldan atılmışlardı. Siverekli olan KYÖD başkanı bu öğrencilerden ikisini Siverek lisesinde okumaları için Siverek'e gitmelerine yardımcı olmuştu.

Yine Diyarbakır Silvan'dan olan Hüseyin Avcı, Konya mühendislikte anti-faşist mücadelede ün yapmış Kürt gençlerinden biri idi. 1976 başlarında Seydişehir'e beni ziyarete gelirken bindiği otobüs kaza yapınca yaşamını kaybetmişti. Şoke olup çok üzülmüştüm. O dönem Seydişehir'de gelişen işçi sınıfı mücadelesi tüm Konya'yı etkilediği gibi İç Anadolu'nun geleneksel muhafazakar yapısını çatlatmaktaydı. Devlet bu gelişmeyi engellemek için sendikamızın gücünü kırmak istiyordu. İş yeri yetkisini çok az bir üyeye sahip olan Türk Metal'e verince olaylar patlamış ve Seydişehir'i birkaç günde olsa terk etmememiz sendika tarafından istendiğinden cenazesine katılamamıştım. Hüseyin'in trafik kazasında yaşamını kaybetmesi, Konya Ülkü Ocakları'nda ve Seydişehir'deki faşist işçiler arasında bile sevinçle karşılanmıştı.

Alüminyum fabrikasında çalışan Mehmet isminde Cihanbeyli'li bir Kürt işçi arkadaşla samimi olmuştum. Bana “HERNE PÊŞ” marşını yazıp makamıyla söyleyerek öğretmişti. Beni Cihanbeyli'deki evlerine davet edince bir günlüğüne gidip Cihanbeyli çarşısının bazı kesiminde dolaşırken kendimi Diyarbakır'da hissetmiştim çünkü sokakta bile kendi aralarında Kürtçe konuşmaktaydılar. Mehmet bana Seydişehir'deki faşist işçiler arasında bir de Şereflikoçhisarlı bir Kürt olan Erdal adında biri olduğunu, onu düşürüp dövmeyi çok istediğini söylemişti. Birlikte onu dolaştırmaya da başlamıştık.

Bu arada Yunak belediye başkanlığına yine iskancı bir Kürt seçilmişti. Seydişehir'e birkaç kez gelip onunla tanışmış, sendikamıza destek için iki arabayı da getirip vermişti. Arabalardan biri jip idi ve faşistler bir gece bomba koyup havaya uçurmuşlardı. Sanırım ismi Durmuş Ali Çalık idi ve o da bir trafik kazasına 1976 veya 1977'de kurban gitmişti.

İç Anadolu'daki Kürtleri ve yerleşim yerlerini, her Konya'ya gidişimde arkadaşlar bana anlatırlardı.

1976 baharında devlet hem polisiyle hem de sivil faşistleri ile tüm gücüyle üzerimize saldırıyordu. Toplu sözleşme yetkisini kendi kanunlarını bile çiğneyerek Türk Metal adındaki faşist sendikaya vermişti. Fabrikadan her gün devrimci işçiler atılmaktaydı.

1976 Haziran ayında, faşist gruplar, hem de 15-16 Haziran'da tüm fabrika ünitelerine saldırdılar ve giriş kapılarını tutup işe gelen her devrimci işçiyi fabrika güvenlik elemanlarıyla birlikte dövüp iş yerine sokmadılar. Çoğumuz işten atıldık. Konya ve Seydişehir'i ben de unutulmaz anılarla bırakıp Diyarbakır'a geri dönmüştüm. Aynı yıl Kimya Mühendisliğini kazanıp Ankara'ya geldiğimde ise, iskancı Kürtlerden çok arkadaşlarım oldu. Bazıları Kürt ulusal demokratik mücadelesinde hem de etkin yerlerde mücadele ettiklerini gördüm.

BOZKIR'LI BİR KÖYLÜNÜN AĞRI DAĞI İSYANI SENDROMU

Seydişehir Alüminyum Tesislerinde çalışırken sık sık Konya ve ilçelerine dolaşmaya da giderdim. Konya'nın Bozkır ilçesi 1970'li yıllarda devrimci muhalefetin güçlü olduğu yerlerden biriydi. Seydişehir'de çok sayıda Bozkırlı çalışmaktaydılar ve işe servis otobüsleriyle çoğu gelip gitmekteydiler. Özellikle Bozkır'ın Çat köyü devrimci yapısıyla çevresinde nam yapmıştı. Laboratuvarda birlikte çalıştığım işyeri arkadaşım olan Bozkırlı İbrahim beni köyüne davet edince gidelim dedim. Şimdi ismini hatırlayamadığım köy, Bozkır'ın dağ köylerinden biriydi.

Bir hafta sonu birlikte köyüne gittik. Arkadaşım bana minibüste babasının durumunu anlatmaya başladı. Babası 1928-30 yılları arası askerliğini Ağrı, Erzurum civarlarında yapmış.

Ağrı Kürt isyanını bastırmaya giden askeri birliğin içinde olduğunu, suçsuz günahsız çok adam öldürdüğünü, şimdi ise vicdan azabı duymaya başladığını söyledi. Babasının insan içine çıkmamaya başladığını, ne köy kahvesine ne de Cuma namazları hariç köy camiine bile gitmediğini, her namaz sonrası elini Allah'a açıp yalvardığını ve af dilediğini, cehennem azabıyla yanacağına inandığından Allah'a hep yalvardığını anlattı.

İbrahim babasına "Niye bu kadar adam öldürdün, kim emretmişti?" sorusuna da, emri komutanların verdiğini ve emir Ankara'dan Gazi Paşa'dan geldiğini komutanları söylemiş. Kimseye merhamet gösterilmemesini, bu isyan edenlerin Türk olmayıp Ermeni olduğunu, Müslüman olmayıp kafir olduklarını, evlerinde Kuran ve seccade görseniz bile inanmamamızı, yalandan bulundurduklarını anlatmışlardı. Köylere baskına gittiklerinde ev ev tarama yapıp herkesi, çoluk çocuk yaşlı demeden ya süngülediklerini ya da kurşuna dizdiklerini ağlayarak anlatırdı. Bir keresinde bir eve girdiklerinde yaşlı bir kadın Kuran-ı Kerim'i göğsüne bastırınca süngülediğini, süngünün Kuran'ı delip kadının göğsüne saplandığını anlatırken babam "Allah'ın kitabına süngü çaktım, Allah beni hiç affetmeyecek" diye hep ağlardı. Köyden uzak tarla ve dağlık kesimde tek başına dolaşıp kendi kendine konuşunca, köylüler babamın kafayı yediğini sanıyorlardı.

Köye bir km mesafede minibüsten inip yürümeye başladık. Evleri bir tepenin üstündeydi. Köyün her tarafında elma ağaçları vardı. Eve varıp oturma salonunda minderlere oturduk. İş yeri arkadaşımın üç çocuğu vardı. Çocukları elimi öpmeye gelince onlara önceden aldığım şekerleri verdim. Biraz oturduktan sonra babası geldi. Yaşlı ve kamburu çıkmış, gülmeyi unutan bir hali vardı. Bana "Hoş geldin" deyip biraz uzağımızda oturdu.

Arkadaşım beni babasına tanıştırıp iş yeri arkadaşı olduğumu, askerlik yaptığı yerden geldiğimi söyleyince, gözleri açılıp üzgün ve yalvarır bir şekilde, hangi şehirden olduğumu sordu. Diyarbakırlı olduğumu söyledim. Bana askerlik yaptığı yerlerin Erzurum, Karaköse ve Van tarafı olduğunu söyledi. Oğlu bazı sorular sorunca, güçlükle "Erzurum'da askerdim. Sonra benim bölük Hınıs, Diyadin, Patnos, Doğubeyazıt, Karaköse, Erciş, Muradiye ve Van civarını hep dolaştık. Allah beni affetsin" deyip odadan çıktı. Ben ise o güne kadar Ağrı isyanını duymamıştım. Büyüklerimiz Şeyh Sait isyanı ve Dersim'den bahsederlerdi.

Babası kaldığımız odaya bir daha gelmedi. İbrahim'in anası ve hanımının hazırladığı akşam yemeğini yerken, babası başını alıp köyün dışına çıkmıştı. İbrahim babasının kim bilir hangi tepeye çıktığını, yatsı namazına kadar eve zor geleceğini söyledi. Ailesi yıllarca geçtikçe ona alışmışlar fazla da ısrar etmiyorlardı. İbrahim bana "İyi ki Ağrı civarından değilsin yoksa babam hasta olurdu. Bu gece sabaha kadar uyumaz ve hep seni gözleyecek." dedi.

Ona defalarca "Senin suçun yok, sana emir verenler suçlu" dediğimde bize "Ben Allah'ın kitabını süngüledim, çok küçük yaştaki çocukları süngüledim. Allah beni cehennem azabıyla yandıracak" derdi. İbrahim babasının en fazla adam öldürdüğü yer Zilan deresi olduğunu söyledi. Teslim olanları, hiçbir şeye karışmayan yaşlı kadın ve erkeklerle çoluk çocukları o dereye götürdüklerini ve tüfeklerle hepsini taradıklarını, derede oluk oluk kan aktığını evde anlattığını da bana söyledi. Ben düşünmeye başladım. Zilan deresi katliamını ve Ağrı isyanını hiç duymamıştım. Kürtlük bilincimden ziyade devrimcilik, işçi sınıfı ve sosyalizm bilinci bende o dönem ağır bastığından, "burjuvazinin emekçi halka yaptıkları" diye yorumladım.

Sabah uyanıp kahvaltı yaparken yine babası yanımıza gelmedi. Seydişehir'e giden minibüs durağı köyün alt tarafında olduğundan yürüyerek giderken, İbrahim bir tepeyi bana gösterip "Bak babam o tepede bize bakıyor" söyleyince tepeye doğru baktığımda İbrahim'in babası elindeki kalın ağaç çubuğuna yaslanıp bize bakmaktaydı.

* Bu yazı, Bîrnebûn dergisinin 50’nci sayısında yayımlanmıştır. 2011, 63-67.